Aykut Alp ERSOY ile Röportaj

 

Aykut Alp ERSOY

2011 TRT Belgesel Ödülleri Ulusal Amatör Kategori Seçici Kurul Özel Ödülü Sahibi


 

Sayın Aykut Alp Ersoy, 2011 TRT Belgesel Ödülleri’nde Ulusal Amatör Kategori’de ‘Urbanbugs’ adlı çalışmanızla “Seçici Kurul Özel Ödülü”nü kazandınız. Bu ödülün, sizin belgesel yapma devamlılığınız açısından önemi nedir?

İster sinemacı olsun, ister müzisyen isterse de edebiyatçı hiç fark etmez; üreten insanlar için izleyicilerden, dinleyicilerden gelecek geri bildirimler çok önemli. Bu bazen yüzyüze, bazen internet vasıtası ile bir tebrik ya da eleştiri olabilir. Üretici şahıs bu bildirimler ve kendi tecrübelerinden yaptığı çıkarımlar sayesinde yanlışlarını görme şansına sahip oluyor. Mesele sadece eleştiri değil tabii ki. İşin takdir kısmı da önemli. Yerine projesine göre, aylarınızı hatta yıllarınızı verdiğiniz bir projenin takdir edilmesi, o projeye değer verilmesi gerçekten mutluluk verici bir şey. Bu noktada TRT gibi Türkiye'de belgesel konusunda ekol olmuş bir kurumun düzenlediği bir yarışmada ödül almış olmak da son derece gurur ve cesaret verici bir durum. Özellikle de benim bu filmde işlediğim konu gibi sert ve agresif bir konu ile... TRT ve diğer kuruluşların düzenlediği bu yarışmalardan ödüllerle dönmenin cesaret noktasında insana katkıları büyük ve yeni projeler için oldukça teşvik edici.

 

Sizi, Graffiti'yi ve Graffiti sanatçılarını anlatan bir belgesel yapmaya iten şey neydi?

Ben bu filmden evvel Türkiye'deki alternatif müzik akımlarını konu alan bir belgesel yapmak istiyordum ama şuan içinde bulunduğumuz dönemde "alternatif" kelimesi biraz tehlikeli bir kelime. Şöyle ki; neye-kime göre alternatif gibi ilk aşamada sorulacak soruların dışında "Ne kadar süre alternatif" gibi bir çok sorunun da beraberinde sorulması gerekiyor. Zira sosyal paylaşım sitelerinin de insan hayatındaki öneminin git gide artması sebebi ile alternatif kavramı da anlam değişikliğine uğradı. Twitter sayesinde en alternatif müzik grubu bile o gün içerisinde trend olma şansına sahip. Yahut yine kendisini alternatif olarak sunan bir müzik grubunun Facebook'ta yüzbinlerce kişilik bir hayran sayfasının oluşması mümkün. Yani sizin elinizde de olmayan bir durum bu. Sizin adınıza bir sayfa açılır ve bu sayfa binlerce kişi tarafından beğenilirse bunu engelleyemezsiniz. Hatta o sayfayı kurup, süreci yönetmeniz çok daha sizin lehinize olacaktır. Bir de bilgisayarda kolay üretim, müziklerin alt-türlerinin sayılarında inanılmaz sebep oldu. Bir türün onlarca alt kolu olabiliyor ve bunları tek bir belgeselde ve bir tek alternatif başlığı altında incelemeniz son derece zor.

Bunlar ve benzeri sebeplerden o belgeseli yapmaktan vazgeçtim ama o belgesel dahilinde Rap müziği ve Hip Hop kültürünü de incelemek istiyordum. Graffiti de incelemek istediğim başlıklardan birisiydi. Sonrasında önümüzdeki on yıl içerisinde gittikçe önem kazanacak olan bu konu hakkında Türkiye'de bu konuda ciddi hiç bir çalışmanın yapılmadığını fark ettim ve bu konuda bir şeyler yapmak istedim. Bununla beraber, ben de lise yıllarımda yıllarca sokaklara yazılar yazdım. Herhangi bir estetik kaygım yoktu, sadece tuttuğum takımın ismini duvarlara yazıyordum, ama o spreylerin kokusunu, gece şehrin boş sokaklarını ve o duvarları boyamanın heyecanını çok iyi biliyorum ve ortak duyguları yaşadığım bu insanların hikayelerine daha yakından bakmak istedim.

 

Graffiti’nin toplumumuzdaki alt kültürlerin sesi olmak gibi bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa onu daha “bireysel” bir eylem/tercih olarak mı görüyorsunuz?

5-10 yıl önce sormuş olsaydınız bu soruyu cevabım evet olurdu, ama şimdi tam olarak evet demem mümkün değil, çünkü her şey gibi mevcut sistem içerisinde o da bir çok deformasyona ve değişime uğradı. Grafiti, Hip Hop kültürüne ait bir şey ve genel olarak Hip Hop kültürünün ortaya çıkma sebebi yukarıda bahsettiğiniz alt kültürlerin sesi olma durumu. Mesela ABD'de ezilen ve haksızlığa uğrayan siyahi insanların kendilerini en iyi ifade edebildikleri yoldu eskiden Hip Hop. Okulda ayrımcılık yüzünden öğrenemediği müziği, resmi, dansı belki de o kültürün içinde buluyorlardı. Fakat bugün geldiğimiz noktada ciddi bir Graffiti yapmak için biraz tuzlu paralar bile ödemeniz gerekebilir; çünkü boyalar pahalı işin ruhuna ters bir biçimde. Yani işin biraz da olsa sosyo-ekonomik yapı ile alakası var. Benim tanıştığım Graffiticiler arasında böyle bir alt kültürün sesi olma iddiasına sahip olan çok fazla kişi yoktu. Belki onların dışında böyle kişiler vardır, ama kitlesel manada bir sözcü olma durumunun olduğunu zannetmiyorum.

Diğer sokak sanatlarında ise durum biraz değişik çünkü toplumla olan ilişkinizi biraz icra ettiğiniz tarz da belirliyor. Güzel bir Graffiti yapmak için belki 3-4 saat harcamanız gerekebilir. Yasadışı yollardan özellikle Türkiye'de bunu yapmak biraz zor. İşin polisiye kısmı var, mahalleli kısmı var, yani var oğlu var. Fakat bir "stencil" ile yapmak istediğiniz şeyi 1 dakika içinde yapabilirsiniz, o yüzden de bu, o türü icra edenlere belli bir özgürlük kazandırıyor ve bu özgürlüğü siyasl bir sebeple birleştirip, propaganda amaçlı kullanan insanlar da var. O yüzden yapılan tarz ile toplumla girdiğiniz ilişki noktasında çok güçlü bir bağ var.

 

Belgeselcilerin son on yıldaki taşrada belgesel yapma eğiliminin aksine siz kameranızı neden şehre ve “şehir içindeki taşra” denilebilecek yerlere çeviriyorsunuz. Bundan sonra da Sergei Latouche’un deyimiyle ‘kentin bağırsakları’nda yaşayanları mı anlatacaksınız?

Güzel soru gerçekten. Türk sinemasında son yıllarca ciddi bir şekilde minimalizm’e kayan bir yapı var. Belgeselde de kırsala kayan bir yapı. Bunun onlarca farklı sebebi olabilir, bilemiyorum... Belki insanlar şehirden ve onun gürültülü, kaotik yapısından sıkıldılar ve ondan bir kaçış olarak kırsalı görüyorlar ya da şehirde yeteri kadar hikaye bulamıyorlar ya da kırsalla bir bağları var ama beni çok çekmediği kesin. Ben şehirde doğdum, büyüdüm ve şehir hayatını, şehir kültürünü çok iyi biliyorum. Onu yaşıyorum. Yani yaptığım şey "Hadi şehirle ilgili bir şeyler çekeyim" durumu değil. Bilinçli bir tercih değil yani bu; tamamen içgüdüsel, çünkü ben bu hayatı yaşıyorum, kendi tecrübelerimden yola çıkıyorum. Şehir kozmopolitik yapısı ile içerisinde milyonlarca hikaye barındırıyor ve bunu göz ardı etmek benim için çok zor. İlerideki projelerim de genellikle şehir yaşamı odaklı olacaktır ama bunlar şehrin taşraları veya "bağırsakları" mı olur onu bilemiyorum, ama şehir hikayeleri, şehir kültürünün yarattığı sonuçlar üzerinde olacağı kesin. Hatta şu an yine şehir konseptli bir kısa film çekiyorum. Bir gün kırsalla ilgili bir tecrübem olursa, onu da içgüdüsel bir şekilde filme alma ihtiyacı duyarım zannedersem, ama şimdilik böyle bir ihtiyaç duymuyorum.

 

Deneyimlerinize dayanarak amatör belgeselcilere neler tavsiye edersiniz?

Urbanbugs benim de ilk belgesel çalışmamdı, o yüzden büyük tavsiyeler verecek olgunlukta olduğumu düşünmüyorum. Ancak nacizane bir şeyler söylemem gerekirse, işleyecekleri konuyu sebep-sonuç ilişkisi anlamında iyi değerlendirsinler. Hedef kitlelerini ve belgeselin ulaşacağı boyutları iyi hesaplasınlar. Paraymış, falanmış filanmış bunlar çok büyük dertler değil. Ben bu filmi bakkaldan, arkadaşlardan aldığım borçlarla çok kısıtlı bir ekipmanla çektim. Hem de hayatımda hiç gelmediğim ve bilmediğim İstanbul'un sokaklarında geze geze. Yeter ki hedefler belli olsun, heyecan olsun ve insan istesin. Gerisi bir şekilde geliyor zaten...