Deniz Oğuzsoy ve Emre Karadaş ile Röportaj

 

Emre KARADAŞ ve Deniz OĞUZSOY

2010 TRT Belgesel Ödülleri Ulusal Amatör Kategori Birincileri


 

Sayın Deniz Oğuzsoy, 2010 TRT Belgesel Ödülleri’nde Ulusal Amatör Kategori’de “Duvar” adlı belgeselinizle ödül kazandınız. Ödül, “Duvar” adlı çalışmanızı takip edecek diğer sanatsal uğraşlarınız için ne gibi bir anlam ifade ediyor?

Deniz OĞUZSOY: Tabi TRT gibi saygın bir kurumdan ödül almak oldukça anlamlı bir duygu. Sebebi ise yıllardır ülkemizde kamu yayıncılığı ilkesini benimsemiş bir kurum olmasının yanında, herkesin belgeselleri yine bu kurum sayesinde tanıması ve biz belgesel filmcilere yol göstermesidir. Aslında ödül almak belki de bir yönetmen ya da belgesel sinemacı için avantajları olduğu gibi dezavantajları da bulunmakta. Nedir bu dezavantajlar? En basitinden, bin bir emek verip iyi bir çalışma ortaya koyuyorsunuz ve bu çalışmanız sonucunda iyi övgüler alıp ve yine ödüllerle onurlandırıyorsunuz. Bu anları yaşamak çok güzel olabilir, ama bitmiyor. İyi bir çalışmanın ardından kendinizi baskı altında hissetmeye başlıyorsunuz; sizden beklentiler daha fazla olmaya başlıyor. Sinemacıların belki de en fazla zorlandığı ve kendilerini baskı altında hissetlikleri zaman bu olsa gerek daha önceki çalışma beğenildi, övgüye değer görüldü, ama bundan sonraki çalışmam diğer çalışmanın altında kalırsa onun gibi başarı göstermezse gibi, bir çok soru beliriyor beyninizde. O yüzden ince eleyip sık dokumak zorundasınız. Tamam her çalışmada emek var, ama izleyici hiç bir zaman işin o yönüne bakmaz; perdeye yansıyan yere bakar. Eğer eleştiriler olumluysa bu sizi sevindiriyor, ama şu da unutulmamalı izleyici her zaman haklıdır ve eleştirebilir. Bu olumsuz da olabilir. O, perdeye yansıyan yere bakar ve bu konuda da haklıdır. Avantajlar ne olabilir? Şimdi TRT saygın bir kurum ve bu belgesel film festivali ölümsüz olup süreklileşebilir ve biz bu ölümsüz olan bir yarışmanın daha emekleme döneminde ödül almamız bizi onurlandırıyor.

Emre KARADAŞ: "Öncelikle bize ve belgeselimize yer verdiğiniz için teşekkürlerimi belirtmek istiyorum."
Ödüller her zaman benim için motive edici bir unsurdan ileriye gitmemiştir, ama aynı zamanda, yaptığınız çalışmanın ve verdiğiniz bir emeğin, bu işin belirli kanaat önderleri tarafından değer gördüğüne bir kanıt olarak, tabii ki önem arz etmekte. TRT tarafından DUVAR adlı eserimizin ödüle layık görülmesi, sinema ve belgesel alanındaki sonraki çalışmalarımız için gerek maddi ve manevi destek, gerekse bu çevrelerde çalışma yapan kişiler tarafından prestijli bir bakış açısı kazanmamıza vesile olmuştur. Sonuçta yaptığınız işin prestijli bir kurum tarafından değerli bulunması, etrafınızdaki kişilerin ya da kurumların size ve yaptığınız veya yapacağınız çalışmalara bakışını etkilemekte. Hele ki sinema veya bu alanda bir eser ortaya koymanın pahalı olduğu bir ülkede bir şeyler yapmaya çalışıyorsanız, böyle ödüllerin ve değerlendirmelerin önemi yadsınamaz nitelikte oluyor.

 

Duvar’da Diyarbakır’da yaşayan ve etno-kültürel ve dini duyarlılık açısından azınlıkta kalmış bir tarihselliğe dikkat çektiniz. Duvar başlığı, filminizin taşıdığı kaygılar bağlamında nereye oturuyor?

Deniz OĞUZSOY: Genel olarak benim her zaman ilgimi çeken filmografi anlamında olsun filmografinin içindeki karakter bazında olsun yaşamımda her zaman köşede kıyıda saklı yaşamları ortaya koymak benim daha çok hoşuma gitmekte. Her zaman sıra dışı bir durum veya bir olgu zaten göz önündedir ve herkes tarafından bilinmektedir. Ama bence önemli olan sıradan bir durumu ya da olguyu gün yüzüne çıkarmaktır. Bu da ister istemez çalışmalarıma da yansımakta. Ben o kiliseye bir turist gibi de gidip gezebilirdim, ama yapmadım orada bir yaşamın bir dönemin hikayesi vardı, bunu göz ardı edemezdim. Zaten filmde de izleyiciye şu sorgulamaları yapıyor; bizi birbirimizden ayıran neydi, kendi içimizde örüp yükselttiğimiz duvarlar mıydı? Yoksa var olan yüksek duvarlar mı? Evet, gidip gezdiğiniz zaman hiç bir ibadethane böyle yüksek duvarlarla örülmez ve herkese açıktır, peki niye orası yüksek duvarlarla örülü, işte biz hikayeyi buradan yakaladık ve bu bölüm ilgimizi çekti.

Emre KARADAŞ: Şöyle ki; yaşadığımız coğrafya tarihsel sürece bakıldığında, birçok medeniyete ve kültüre ev sahipliği yapmıştır. Akabinde bu ev sahipliği bu topraklarda zengin bir kültür mozaiği oluşturmuştur. Farkındalığımızı tartışacak olursak, bu zenginliğin ne kadar farkındayız bilemiyorum. Yakın tarihe de bakacak olursak, bir döneme kadar farklı etnik yapıya sahip topluluklar bir arada bu coğrafyada yaşayabilme erdemine sahip olarak yaşamışlardır. Erdem diyorum, çünkü farklı iradelere, inançlara ve değerlere saygıyla yaşamak bir erdemdir bana göre. Her ne kadar günden güne bu erdemden uzaklaşıyor olsak da. Fakat bir döneme gelindi ve ne olduysa bu hoşgörü ortamı bir şekilde parçalanmaya başlandı ve bu coğrafyada insan hak ve hürriyetlerine karşı akıl almaz şekilde acılar, trajediler yaşanmaya başlandı.

Bize göre zihinlere ''DUVAR''lar örülmeye başlandı ve kendinden farklı iradelere sahip olanlar, insanların zihinlerindeki bu duvarlardan öteye geçemedi veya duvarlar arasında kaldı. Her bireyin yada toplumun ördüğü bu duvarlar zamanla farklı kültürleri, farklı etnik yapıları birbirine yabancılaştırdı. Bir şekilde bu coğrafyada korku ve şiddet toplumu oluşturuldu ve dayanılmaz acılar yaşandı. ''Azınlık'' kavramının literatürdeki anlamı değişti bu topraklarda.

DUVAR'ın filmdeki yerini açıklayacak olursam; filmin geçtiği mekana bakıldığında, yüksek duvarlarla çevrili olduğu görülüyor. Deniz ile beraber duvarı zihinlerde örülen duvarları anlatan bir metafor olarak kullanmayı planladık. Duvar toplumdaki ön yargının, kronikleşmiş ötekileştirme olgusunun bir simgesi ve aynı zamanda bu coğrafyanın insanı olan ve zamanında değerlerini ve kültürlerini yaşayan, bu etno-kültürel yapısına saygı ve hoşgörüyle bakılan insanların, bu duvarların arasında bırakılmasını, ayrıca kendisini ise bir bakıma bu duvarlarla izole ederek bir şekilde kendince savunma mekanizması oluşturarak yaşamaya maruz bırakılmasını imgeleştirmek amacıyla kullandık.

Farklı iradelere, kültürlere, etnik yapılara saygı duyarak ve ötekileştirmeden yaklaşarak, kısacası zihinlerde ördüğümüz duvarları yıkarsak üzerinde yaşadığımız coğrafya ve dünya daha yaşanılabilir bir hale geleceğine inanıyorum.

 

Duvar filminin, Sarkisyan Ailesi üzerinden anlatılması, öykünüzü sözlü tarih içerisinde değerlendirmeye tabi tutuyor. Tarih anlayışınız, klasik tarihçilikten farklı olarak, insanı merkeze mi alıyor?

Deniz OĞUZSOY: Evet tarih anlayışı olarak her zaman klasik tarih anlayışının dışında düşündüm. Ben böyle düşünüyorum, ama farklı bir kimse daha farklı düşünebilir. Benim için daha önce belirttiğim gibi sıra dışı değil, sıradan bir hikayenin içine girip onu adım adım izlemek ve tanımak daha fazla hoşuma gidiyor ve bence tarih kitapları kadar sözlü tarihte önemli bir öğedir. Çünkü nesilden nesile sözlü olarak anlatılır. Kitaplardan daha fazla etkilidirler ve hiç bir zaman unutulmazlar. Bu çalışma da doğal olarak insanı merkeze oturtuyor ve kaybolmaya yüz tutmuş diğer etnik kimlikleri ön plana çıkarıyor. Bunu da iki insanın hikayesi üzerinden işliyoruz.

Emre KARADAŞ: Yaşadığımız topluma tarihsel olarak baktığımızda yazılıdan ziyade daha çok sözlü kültür köklerine sahip. Bunda yerleşik hayata sonra geçilmenin etkisinin olduğunu düşünüyorum. Tarih anlayışına gelecek olursam, şu yada bu şekilde belirli bir tarzı benimsemiş değilim. Benim için öz insandır. Merkezde insan olmalı benim için. Bu yaklaşımın nasıl nitelendirildiğinin bir önemi yok. Bu her alanda böyle şahsımca. Görsel olarak dünyanın en güzel kompozisyonu kurulmuş olsun, ama içinde insana dair bir şey yoksa benim için bir anlam ifade etmiyor. Tarihe de bakacak olursak olaylar yada gelişmeler, ne oluyorsa sonuçta gelip insana dokunuyor. O yüzden çıkış noktası insandır benim için. Yaşanmışlığın en büyük tanığıdır insan ve bunun içinde yaşanmışlığın yorumuna değil bizzat kendisine, yani insana başvurmak hakikati arama noktasında daha güvenilir gözüküyor.

Üzerinde çalıştığınız proje hele ki bir toplumun belleği üzerineyse, siyasi yapısını etkiliyorsa, bazı tarafları rahatsız edecekse, hassas noktalara temas ediyorsanız, ulaşmak istediğiniz enformasyon yaşadığınız topluma hükmeden iktidarlar tarafından belirli stratejilerle manipüle edilmiş olabiliyor. Bir de toplumsal belleği unutturulmaya çalışılan bir toplumda yaşıyorsanız, kaynak olarak bizzat yaşanmışlığa şahit kişilere müracaat etmek en doğru tercih oluyor.

Kurmaca filmlerde bir dünya kuruyorsunuz ve bu dünyanın tanrısı sizsiniz. Bu dünyanın doğruluğu yanlışlığı tartışılır, kişilere göre görecelidir, yoruma açıktır. Fakat belgeselde önemli olan gerçektir. Hakikat üzerinde müdahaleye hakkınız yoktur. Bu etik değildir. Kitlelere enformasyon veriyorsunuz ve bunun sorumluluğu gerçekten büyük bir yük. Bu sorumluluk bilinciyle hareket edildiğinde, kaynağa ulaşmadaki alternatifler arasında insan, piramidin en üstündeki yeri alıyor.

 

Belgeseliniz kolektif bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. İki yönetmen olarak bir belgeselde uğraş vermek nasıl bir tecrübe oldu?

Deniz OĞUZSOY: Emre KARADAŞ ile daha öncede birlikte ortak kolektif çalışmalarımız oldu. Bu üniversite döneminde başladı. Üniversite döneminden sonra da devam etti. Birlikte çalışmak çeşitli sorunlar doğurabiliyor, ama önemli olan sizin kendi anlayışınızdır. Birlikte çalıştığım kişi kim ve niye onunla birlikte çalışıyorum diye sorduğunuzda çeşitli cevaplar üretebilirsiniz, ama ben kendi adıma şunları belirtebilirim. O her şeyden önce benim arkadaşım hatta ailemden biri, yani çalışma arkadaşım değil sadece… Birlikte çalışmıyoruz, birlikte paylaşıyoruz ve bence önemli olan da arkadaşlıkta paylaşabilmektir. Çalışma esnasında birbirimizi tamamlıyoruz ve bazen sözcükler kullanmadan ne yapmak istediğimizi anlayabiliyoruz. Benim eksik olduğum yerde o devreye giriyor, onun eksik kaldığı yerde ben devreye giriyorum. Böylelikle daha iyi bir çalışma ortaya çıkarabiliyoruz.

Emre KARADAŞ: Deniz’le beraber bu ilk projemiz değil. Daha önce “Ekmeğe Giden Yol” ve “Beyaz Prenses” isimli iki belgesel çalışmamız daha oldu. Üniversiteden başlayan bir arkadaşlığımız var ve birbirimizi iyi tanıyoruz. Karşılıklı olarak ne istediğimizi az çok biliyoruz. Egolarınızdan sıyrılıp, aynı frekanslarda dolaştığınız biriyle beraber bir projede yer almak, çoğu zaman ortaya daha iyi işler koymanızı sağlıyor. Gözümüzden kaçan bir şey olabiliyor, ya da birimizin farkındalığında olduğu başka bir durum… Bu gibi zamanlarda birbirimizi tamamlayabiliyoruz. Genel akışı hazırlarken bu daha da verimli oluyor. Tabi daha iyiyi yakalamak için de tatlı tartışmaları da beraberinde getiriyor ki, bu işin doğası zaten. Ama kurguda çok zor oluyor :) Biraz şanslıyız sanırım, birbirimize denk geldik gibi düşünüyorum. Çünkü bu tarz uyumu yakalamak çok kolay değil bence.